3 Haziran 2006 Cumartesi

"Ateşi ve ihaneti gördük…" ve Görüyoruz .. Yazan:Tufan Dinarlı
Bugün Nazım Hikmetin ölüm yıldönümü, büyük usta Nazım Hikmet bundan 43
Yıl önce 3 haziran 1963 yılında Moskova da evinde geçirdiği bir kalp
krizi sonucu hayata gözlerini yumdu, saygıyla anıyoruz.
Nazım Hikmet hayatı boyunca sadece şiir yazdı, aşık oldu, ve vatanını
savundu hasretle; ne eline bir silah aldı ne banka hortumladı, ne de
holding batırdı. Sadece ve ısrarla bozuk düzene karşı, düzeni bozan,
vatanı satan hükümetlere karşı vatanını savundu ve onu "vatan haini"
ilan edenlerin itibarı iade edildiği halde o hala "vatan haini".(1) o
yıllarda kendisine "vatan haini" diyenlere aşağıdaki şiiri yazmıştır;

VATAN HAİNİ

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Diye başlayan Nazım'ın şiiri bugün bile güncelliğini korurken ayrıca
"vatan hainlerini" de korkutmaya devam ediyor, Amerikan sermayesi ile
kurulmuş televizyon olan CNN Türk de Nazım Hikmetin hayatını anlatan
bir belgesel yapan Can Dündar bu bölümü sansürleyerek şiirin sadece
aşağıda yer alan kısmını yayınlamış ve bunu üzerine benim yazdığım
"Nazım HİKMET Belgeseline Sansür" başlıklı eleştiri yazısına ise ne
sansürcü Can Dündar nede belgeselde şiiri seslendiren Genco Erkal
henüz bir cevap yazmamıştır(2);
Vatan haini isimli şiirin devamı;

"Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."



Nazım Hikmet, 1920 yılında İstanbul işgal edilip Anadolu'da kurtuluş
savaşının başladığı yıllarda arkadaşı Va-la Nurettin ile Ankara'ya
gitti, İstanbul'daki gençlere Anadolu'da kurtuluş mücadelesi için
yapılanları anlatan bir şiir yazdı, bazı İstanbul gazetelerinde
yayınlanan bu şiir büyük yankı yarattı, Ankara hükümeti bir şiirin
yarattığı bu duyarlılık konusunda şaşkına düştü ve "İstanbullu
gençlerin hepsi gelirse ne yaparız nereye yerleştiririz" tartışmaları
yaşandı, Nazım'ın cepheye gitme istekleri geri çevrildi ve Ankara
hükümeti tarafından Bolu'ya öğretmen olarak tayin edildi,
1921 yılında Moskova'ya gitti ve komünizm ile tanıştı, ama Nazım'ın
insanlara olan inancı ile hükümetlere-yönetenlere olan muhalefeti
yaşamı boyunca hiç değişmedi Ankara'da hükümetler değişti, Mustafa
Kemalin yerine İsmet İnönü onun yerine Adnan menderes geldi hepsi de
Nazımın muhalefeti ile karşılaştı halkın yanında bir ozan olan Nazım
yanlış gördüğü her şeyi eleştirdi, Moskova'ya gitti Stalin tarafından
takip ettirildi Sovyet'lerin dünyaca ünlü sanatçılarının Stalin
karşısında susmalarına hatta zımnen desteklemelerine(2) karşın
Stalin'i eleştirdi,
Ulusal kurtuluş savaşının gerçek kahramanlarının halktan insanlar
olduğunu anlatmak için bugün bile hala bazı sözleri –özellikle
İstanbul basınını ve sermayesini eleştirdiği 2.bap'ı- sansür edilen
Kuvayi Milliye destanını yazdı (4)

Nazım yazar okuyanlar korkar, Nazım yazar, okuyanlar hapseder, Nazım
yazar, Uluslarası barış ödülü verilir ama alması için pasaport
verilmez, ve işte hayatından satır başları:

1925 : Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde gizli örgüt üyesi olduğu
gerekçesiyle yokluğunda yargılanarak "on beş yıl küreğe konulma
cezası" verilir. Bu durum onun ülkeden ayrılmasına yol açar.
Moskova'ya gider.

1927 : Katılmış olduğu "Viyana Konferansı" nedeniyle İstanbul Ceza
Mahkemesi'nde yokluğunda yargılanır. Üç ay hapis cezası verilir.

1928 : Yurda dönmek üzere Moskova'daki Büyükelçiliğe başvurur.
Pasaport almak istemektedir. Ancak kendisine yanıt verilmez bunun
üzerine gizlice sınırı geçerse de Hopa'da yakalanır. İstanbul
üzerinden Ankara'ya götürülür. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde, daha
önce yokluğunda yapılan yargılamalar yinelenir. Üç ay hapis cezası
verilir. Cezaevinde geçirdiği süre gözönüne alınarak serbest
bırakılır.

1933 : "Gece Gelen Telgraf" şiirinden dolayı yargılanır. Altı ay üç
gün hapis cezası verilir. Babası bir kaza sonrası ölür. Onun ölümü
üzerine "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" başlıklı şiiri yazar.
Şiirde babasının patronu Süreyya Paşa'ya hakaret ettiği gerekçesiyle
hakkında dava açılır. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına
çarptırılır. Bu sıralarda "gizli örgüt" kurduğu savıyla Bursa Ağır
Ceza Mahkemesi'nde açılan ayrı bir davada idamı
istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır.

1936 : Gizli örgüt kurmak ve yönetmek savıyla yargılanır ve aklanır.

1938 : Askeri öğrencileri isyana teşvik suçlamasıyla da "Donanma"
davaları açılır. Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır.

1941 : Bursa'da "Memleketimde İnsan Manzaraları" nı yazmaya başlar.

1950 : Yurt içinde ve dışında çeşitli kuruluşlarca "Nazım'a Özgürlük
Kampanyaları" açılır. Meclis'in gündeminde bulunan Af Kanunu'nu
çıkarmadan tatile girmesi üzerine, Nazım, 8 Nisan'da açlık grevine
başlar. Aynı gün, Bursa'dan İstanbul'a Paşakapısı Cezaevi'ne
götürülür. 23 Nisan'da grevini avukatlarının isteği üzerine geçici
olarak durdurur. Ağır hastadır, doktorlar üç ay bir hastanede tedavi
görmesi gerektiğini belirtirler. Ancak durumunda hiçbir değişiklik
olmayınca 2 Mayıs'ta yeniden greve başlar. Açlık grevi kamuoyunda
büyük yankı uyandırır. İmza kampanyaları başlatılır. "Nâzım Hikmet
adlı bir dergi çıkarılır 9 Mayıs'ta annesi Celile Hanım 10 Mayıs'ta
şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat açlık grevine başlarlar.
14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, 19
Mayıs'ta greve ara verir. Çıkarılan Genel Af Kanunu'yla serbest
bırakılır. 22 Kasım'da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso,
Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda'yla birlikte
"Uluslararası Barış Ödülü"nü almaya hak kazandığı açıklanır.
Kendisinin katılamadığı törende ödülünü Neruda alacaktır.

Nazım artık yazmıyor, Moskova'daki mezarında kendisini Anadolu da bir
köy mezarına götürecekleri bekliyor –hani şu çınarın altında olacak
olan- şimdilik yapabildiğimiz ustayı yalan ve dolanla anlatmaya
çalışan özünü yok ederek kendileri gibi dönek ve vatan haini
yapacaklarını sananlara rağmen onun onurlu ve dimdik duruşunu
yaşatmaya çalışmak bu yıl yazarak ama seneye söz bir belgesel filmini
yapacağım (kendi imkanlarımla, gönüllü desteklerle -öyle büyük
sermayenin kapısını çalarak falan değil- çünkü film bedava
dağıtılacak)

"Ateşi ve İhaneti" hala görüyoruz ama yine de yılmıyoruz ve O büyük
ozanı, büyük usta Nazım Hikmet'i Ölüm Yıldönümünde "Yaşamak Bir Ağaç
Gibi Tek ve Hür ve Bir Orman Gibi Kardeşçesine…" diyerek saygıyla ve
sevgiyle anıyoruz.



Kaynakça

(1) Nazım Hikmetin vatan haini ilan edilmesini sağlayan kanun
yürürlükten kalktı ama AKP hükümeti yerine çıkardığı bir yasa ile
"vatan hain"lerine "başvuruda bulundukları takdirde tekrar
vatandaşlığa alınmasına dair" kanun çıkardı, nasıl mizah gibi ama
değil mi? Nazım artık "vatan haini" değil ama bunun tescil edilmesi
için "başvuruda bulunması" gerekiyor, AKP yi "sosyal demokrat"
sananlara duyurulur.
(2) Nazım Hikmetin şiirinde yer alan "amerikan sermayesi" ile başlayan
bölümlerin sansürlenmesi üzerine yazdığım yazı aşağıdaki linkten
okunabilir,
http://www.kameraarkasi.org/belgesel/c/candundar/nazimhikmetbelgeseli_sansur.html
(3) Dünya ve Sovyet sinemasının büyük ustası Eisenstein SSCB nin
kuruluşunu anlatan "Ekim" filminin montajını yaparken Stalinin
"isteği üzerine" filmden Stalin tarafından "hain" ilan edilen Trocki
ile ilgili olan sahneleri çıkarmış ve filmi ikinci kere kurgulamıştır…
(4) Kuvayi milliye destanının ikinci bap'ı şöyle başlar:

yıl yine 1919
ve
istanbul'un hâli
ve
erzurum ve sivas kongreleri
ve
kambur kerim'in hikâyesi

biz ki istanbul şehriyiz,
seferberliği görmüşüz :
kafkas, galiçya, çanakkale, filistin,
vagon ticareti, tifüs ve ispanyol nezlesi
bir de ittihatçılar,
bir de uzun konçlu alman çizmesi
914'ten 18'e kadar
yedi bitirdi bizi.
mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir istanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
ve lâkin tarabya'da, pötişan'da ve ada'da kulüp'te
aktı ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
miloviç de beyaz at gibi bir karı.
bir de sakalı halife'nin,
bir de vilhelm'in bıyıkları.

biz ki istanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
öfkeli, büyük bir şair :
«ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
demiş
bize
ve bir başkası,
yekpare acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

biz ki istanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
türk halkının yüce katına.
mevsim yazdır,
919'dur.
ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
gözü kanlı dört düvele
anadan doğma çırılçıplak.
ve kurumuştu
ve kan içindeydi memelerimiz.

biz ki istanbul şehriyiz,
fransız, ingiliz, italyan, amerikan
bir de yunan,
bir de zavallı afrika zencileri
yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
vahdettin sultan,
ve damadı ferit
ve ingiliz muhipleri
ve mandacılar.

biz ki istanbul şehriyiz,
yüce türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...
…………
(5) İnternette Nazım Hikmet ile ilgili bazı siteler:
www.nazimhikmetran.com
http://nazimhikmet.fisek.com.tr/
http://www.antoloji.com/nazim_hikmet_ran
http://www.nazimhikmetkulturmerkezi.org/
http://nazim_hikmet_ran.sitemynet.com/
http://www.marksist.com/Bellek/Nazim.Hikmet2.htm


--
---------------------------------------------------------------
Tufan Dinarlı web sayfaları
http://hayatadair2006.blogspot.com/
http://www.geocities.com/tdinarli/

7 Mayıs 2006 Pazar

3 MAYIS DÜNYA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ GÜNÜ Tüm Dünyada Kutlandı (Türkiye hariç)
Haber Yorum: Tufan Dinarlı


1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,

"mesleklerini gerçekleştirirken hayatlarını kaybeden gazetecilerin anısına saygı duymak, onların bağımsızlığına yönelik saldırılardan medyayı korumak ve dünyanın her yerinde basın özgürlüğünün önemini vurgulayarak, basın özgürlüğünün en temel prensiplerini temin etmek için" 3 Mayıs gününü "Dünya Basın Özgürlüğü Günü" olarak ilan etti.

Bugün düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğünün olmazsa olmazlarından biri olan basın özgürlüğü, ülkemizdeki diğer pek çok değer gibi ayaklar altına alınmış bir halde, ayrıca sadece değerler ayaklar altına alınmakla kalmıyor dünyadaki pek çok basın özgürlüğünü izleyen kuruluş için Türkiye de hükümete ve iktidara muhalif gazetecilik yapmak tam bir karabasan
Önce Avrupa Konseyinin verilerine bir bakalım buna göre bütün dünya da, düşünce ve ifade özgürlüğü geniş bir şekilde kısıtlanıyor ve sıklıkla ihlal ediliyor, hatta kimi zaman kısıtlamalar öldürücü olabiliyor. 2005 yılında dünya genelinde 150'den fazla gazeteci mesleklerini yaparken öldü. Ölen gazetecilerin yarıdan fazlası cinayete kurban gitti. yüzlercesi ya kaçırılarak ya da cezaevine konularak özgürlüğünden yoksun bırakıldı.

Sınır Tanımayan Gazeteciler RSF’in verilerine göre ise 2005 yılında;
- en az 807 gazeteci tutuklandı,
- 1308 gazeteci fiziksel saldırıya uğradı veya tehdit edildi,
- 1006 medya aygıtı sansürlendi,
- 1 Ocak 2006 itibariyle dünya genelinde 126 gazeteci ve elektronik ortamda yayın yapan 70 siber-muhalif cezaevine kondu.

Yine sınır tanımayan gazeteciler örgütünün her yıl hazırladığı ve yayınladığı
Dünya Basın Özgürlüğü İndeks'inin 2004 yılında yayınlanan raporuna bir bakalım Grubun internet sitesinde yayınlanan dünyada basın özgürlüğünün en çok olduğu ülkelerin ilk sıralara yerleştiği raporda Türkiye, BM ye kayıtlı olan basın özgürlüğü sıralaması açısından 167 ülke içinde 113’üncü sırada yer aldı. Türkiye bu sırayı Ruanda ile paylaşıyor. Türkiye 2003 yılındaki listede Katar ile birlikte 166 ülke içinde 115’inci sırada yer alırken, 2002 yılında ise Ürdün’le birlikte 139 ülke arasında 99’uncu sırada yer alıyordu.
İndeks’e göre dünyada basın özgürlüğü’nün en yüksek olduğu ilk 10 ülke şöyle:
1- Danimarka
- Finlandiya
- İzlanda
- İrlanda
- Hollanda
- Norveç
- Slovakya
- İsviçre
9- Yeni Zelanda
10- Letonya
Bu ülkelerden Finlandiya, İzlanda, Hollanda ve Norveç, son üç yıldır birinciliği paylaşıyor.
167 ülke üzerinden hazırlanan indekse göre basın özgürlüğünün en düşük olduğu 10 ülke ise şöyle:
158- İran
159- Suudi Arabistan
160- Nepal
161- Vietnam
162- Çin
163- Eritre
164- Türkmenistan
165- Burma
166- Küba
167- Kuzey Kore
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün raporunda Amerika Birleşik Devletleri ise iki kategoride ele alınmış. Buna göre ABD, topraklarında basın özgürlüğü listesinde Belçika ile birlikte 22’nci sırayı paylaşırken, “Irak’taki ABD” 108’inci sırada yer alıyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler, 2004 yılında 53 gazetecinin ve 15 asistanın öldürüldüğünü, 103 gazetecinin ve 3 asistanın da hapsedildiğini belirtiyor.

Merkezi Viyana'da bulunan Uluslararası Basın Enstitüsü IPI'nin, Dünya Basın Özgürlüğü günü dolayısıyla yaptığı açıklamada ise, bütün dünya hükümetlerine çağrıda bulunarak tutuklu gazetecilerin şartsız ve derhal serbest bırakılmasını istedi. IPI yaptığı açıklamada, "Görüşleri ya da yaptıkları işler sebebiyle 133 gazeteci cezaevlerinde bulunuyor" denildi. En çok gazetecinin Çin'de tutuklu olduğu ifade edilen açıklamada, Nepal ve Türkiye'de 12'şer, Etiyopya ve Suriye'de 11'er gazetecinin cezaevinde bulunduğu kaydedildi.

Bağımsız İletişim Ağı'nın(BİA- http://www.bianet.org) derlediği verilerine göre ise, "301.madde davaları sadece fikir insanını değil, devleti eleştiren sokaktaki insanı bile tehdit etti. Yeni TCK ile birlikte 40 kişiye 301'den işlem yapıldı. Türkiye'de 3 gazeteci hapiste. Hükümetin tasarısını hızla çıkarmaya çalıştığı TMY, 5 kişiyi hapse gönderebilir. Gazeteci Dilipak halen Askeri Mahkeme'de yargılanıyor. Üç ayda Türkiye, ifade özgürlüğü ile bağlantılı davalarda AİHM'ye 115 bin 730 YTL ödedi".


İnsan Hakları Gündemi Derneği yayınladığı bildiride "ifade özgürlüğünün hoş karşılanan görüşlerin açıklanmasını olduğu kadar, rahatsız eden ve şok eden görüşlerin açıklanmasını da kapsadığını, basının 'kamu denetçisi' rolünü gerçekleştirirken abartılı, hatta provoke edici olabileceğini" (Thoma v. Lüksembourg) bir kere daha hatırlatmak isteriz. Buna paralel olarak, son günlerde "Terörle Mücadele" gerekçe gösterilerek düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasını kabul edilemez bulduğumuzu ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin tarafından da ifade edildiği gibi, ifade ve basın özgürlüğünün çoğulculuk, farklılık, hoşgörü ve karşılıklı anlayış kültürü üzerinde temellendirilmesi gerektiğini belirtiriz. "Dünya Basın Özgürlüğü Günü"nün tüm medya mensupları için özgür bir gün olması dileğiyle.” Dedi.

Peki neden Türkiye hariç dedim onuda açıklayayım, yukarıda okudunuz dünya üzerinde pek çok kurum ve sivil toplum örgütü (STÖ) bu konuda açıklama yaptı, Türkiye de ise bu ülkenin meclis başkanı dışında hiçbir devlet kurumu; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanları, diğer muhalefet partileri genel başkanları, Milletvekilleri, Valiler, Kaymakamlar ve dahi belediye başkanları dahil bu konuda hiçbir açıklama yapmadılar, ne bir kutlama mesajı nede bir üzgünüz mesajı, ne dersiniz sizce basın özgürlüğünü istiyor olabilirlermi?





3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü nedeniyle GAZETECİ ÖRGÜTLERİ PLATFORMU’nun yayımladığı bildirinin tam metni;

Gazetecilik Mesleği Her Yandan Saldırı Altında
Biz aşağıda imzası bulunan gazetecilik örgütleri 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü dolayısıyla dünyanın dört bir yanında zor durumda olan ve basın özgürlüğü mücadelesi veren meslektaşlarımızla dayanışma içinde olduğumuzu ilân ederken, ülkemizdeki yetkilileri de basın özgürlüğüne darbe vuran girişimlerden kaçınmaya ve mevcut engelleri kaldırmaya çağırıyoruz.

Basın özgürlüğünü; gazetecilere özgü bir hak olduğu için değil, demokratik toplumların ve demokratikleşmenin “olmazsa olmaz”larından biri olduğu için önemsiyor ve talep ediyoruz.

2000’ler Türkiyesinde, bir yandan “Basın Yasası ile gazeteciler için hapis cezası tarih oldu” diyen hükümetin, öte yandan yeni Türk Ceza Kanunu ile ağır hapis cezaları getirmiş olmasını vahim bir hata olarak görüyoruz. Yeni TCK’nın değiştirilmeden yürürlüğe girmesiyle sansür ve otosansür günlerinin başlayacağını, “neyi nasıl yazarsam hapis cezası almam” diye endişeye kapılan gazetecilerin özgür habercilik yapamayacaklarını anımsatmak isteriz.

Haber, yorum ve karikatürlerinden dolayı gazeteciler hakkında davalar açılmasını eleştiri hakkına tahammülsüzlük olarak değerlendirirken; toplumsal olaylar sırasında atılan sloganları yayımlayan gazete hakkında dava açılmasını hayret ve endişeyle karşılıyor, ifade ve basın özgürlüğünün kullanımına bir müdahale sayıyoruz. Bu davanın görüldüğü tam da bugün, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde, hâlâ mahkemelerimizde yargılanan gazetecilerin olması Türkiye için utanç verici bir manzaradır. Karikatürler ve sloganlar için mahkemelere gitmenin yol olduğu bir ülkede demokratik yönetim anlayışının ağır bir yara aldığının kavranmasını umuyoruz.

Dünyada ise gazetecilerin sansür baskısını, işkence, hapis ve rehin almaları yaşadıkları çok sayıda ülke var... Geçtiğimiz yıl, tarihin en çok gazeteci öldürülen dönemi oldu. Irak’ta ABD güçlerinin doğrudan hedef alarak öldürdüğü gazetecilerin dosyalarının ciddi soruşturmalar yapılmadan kapatılmasını protesto ediyoruz.

Savaş bölgelerinde çalışan meslektaşlarımızın özel bir statüsü olmasını ve bu statünün bütün hükümetlerce tanınmasını istiyoruz.

Medya şirketlerini, savaş alanlarına gönderdiği gazeteciler için her türlü güvenlik önlemini almaya çağırıyoruz.

Medya sahiplerinin, ticari çıkarları her şeyin önünde tutan ve halkın haber alma hakkını bu çıkarlar yüzünden zedeleyen yaklaşımlara girmemelerini bekliyoruz.

Dünyanın pek çok yerinin bir yangın alanına döndüğü günümüzde, bütün meslektaşlarımızı her türlü şiddete karşı çıkarak, barış, demokrasi ve insan hakları için çalışmaya davet ediyoruz.

Mesleğin etik ilkelerine uymanın, ırkçı ve şoven bir dil kullanımından kaçınmanın bugün her zamankinden çok daha önemli olduğunu anımsatmak istiyoruz.

Yaşasın özgür ve bağımsız gazetecilik.

GAZETECİ ÖRGÜTLERİ PLATFORMU (G-9)

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD), Foto Muhabirleri Derneği (FMD), Ekonomi Muhabirleri Derneği (EMD), Diplomasi Muhabirleri Derneği (DMD), Profesyonel Haber Kameramanları Derneği (PHKD), Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği (RTGD), Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD) Ankara Şubesi, Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Türkiye Temsilciliği, Haber-Sen.

30 Nisan 2006 Pazar

HAYDİ 1 MAYIS'A! 1 MAYIS'TA ALANLARA!!!

"BİR GÜNLÜK İSYAN-DAHA AZI DEĞİL. Emeğin dünyasını egemenlik altında
tutan kurumların sefil sözcülerinin denetimi dışında bir gün. Emeğin
kendi yasalarını yaptığı ve bunları uygulamaya koyma gücünü elde
ettiği bir gün. Emekçi ordusunun birliğinin yarattığı muhteşem gücün,
dünyanın tüm halklarının kaderlerini ellerinde tutanlara karşı
çevrildiği bir gün."
AFL-Amerikan Emek Federasyonu'nun bir bildirisinden-1885)(1)

Bugün Bir Mayıs Dünya İşçilerin Bayramı, ezilmeye, sömürüye karşı
çıkan bütün dünya işçilerinin dayanışma günü

bir mayıs dünya işçi sınıfının mücadele bayramı oluşundan kısaca
bahsetmek gerekirse ilk başlangıcı sekiz saatlik iş gününü elde etme
aracı olarak kullanma düşüncesi ile Avustralya'da doğdu. 19 yy.da
makineleşmenin getirdiği hızlı üretim, sermayenin kar hırsıyla
birleşince işçiler neredeyse karın tokluğuna günde 14 ile 16 saat
arasında çalıştırılıyorlardı, Avustralyalı işçiler, 1856'da, sekiz
saatlik işgünü lehinde gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler
düzenleyerek, bir günlük iş bırakmaya karar verdiler. İşçiler bu
kutlamanın yapılacağı gün olarak da 21 Nisan tarihi saptadı.
Avustralyalı işçiler bu kararı, yalnızca 1856'da uygulamaya
niyetlenmişlerdi. ancak bu ilk kutlamanın Avustralyalı proleter
kitleler üzerinde çok büyük etkisi oldu, onları canlandırıp yeni bir
heyecana yol açtı ve bu kutlamanın her yıl tekrarlanmasına karar
verildi.

Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu. 1886'da
l Mayıs'ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler,1886
yılı l Mayıs'ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve 8 saatlik işgünü
talebinde bulundu.
1 Mayıs Bilincinin Oluşmasında Dönüm Noktası Chicago Olayları;
Bir mayısın dünya işçi ve emekçilerinin bayramı olarak kutlanmasında
ABD nin Şikago kentinde yaşanan olayların çok önemli etkileri
olmuştur;

"28 Nisan l886'dan itibaren, Chicago'da Milwaukee'de olaylar başlar.
Gösterilerin kapsamından dehşete düşen kamu otoriteleri, topluluğa
ateş açtırırlar, sekiz gösterici öldürülür.

İşverenler acımasızdır. O günlerin basınında grevcilere verilecek tek
geçerli yanıtın kurşun olacağı, sosyal sorunun tek geçerli çözümünün
hapis ve zorunlu çalıştırma olduğu yazılmaktadır. Bu ortamda bir
patlama için ufak bir kıvılcım yeterli olabilmiştir. Chicago işçileri,
1 Mayıs l886'da çok çeşitli kesimlerde yaygınlaşan bir grev
başlatırlar. Patronların tepkisi, olayları daha da tahrik edecek
nitelikte belirmiştir. MacCormick tarım fabrikalarının yöneticileri,
1200 işçiyi sokağa atarak yerlerine "sarı" işçiler yerleştirirler.

Grevciler, 3 Mayıs günü, "sarı" olarak nitelendirdikleri işçiler
aleyhine tezahürat yapmak için fabrika çıkışında toplanırlar.Polis
oradadır.Çatışma başlar. Polis kurşunlarıyla altı işçi ölür, elli
kadarı yaralanır. Oysa,işçi topluluğu barışçı tutumunu sonuna kadar
sürdürür.Zaten,işçilerin çoğu, toplantı yerine çocuklarıyla birlikte
gelmiştir.

l5 000 kadar olduğu tahmin edilen işçi topluluğu,önderlerinin
konuşmalarını dinledikten sonra dağılmak üzere iken beklenmedik bir
durum ortaya çıkar.Haymarket önüde duran Polislerin arasına ansızın
düşen bir bomba, sekiz kişinin ölümüne ve altmış kişinin yaralanmasına
neden olur. Bunun üzerine polis, toplu kalabalık üzerine yoğun ateş
açar. Bu katliamın kesin bilançosu hala meçhuldür. Ayrıca, olayı
tahrik eden bombayı kimin attığı da bir türlü tespit edilemez.

İşverenler ve hükümet, bu olayları işçi liderlerini tutuklatma
yolunda değerlendirir. Tutuklananlardan Albert Parsons, August Spies,
Samuel Fielden, Oscar Neebe, George Engel, Adolph Fischer, Louis
Lingg, Michael Schwab hakkında dava açılır. Bu liderlerden biri olan
Parsons, önce kaçarak tutukluluktan kurtulmayı başarır.Sonra,duruşma
günü mahkemeye gelerek "emeğin hakkı, ezilenlerin özgürlüğü ve
yazgılarının düzeltilmesi davası için idam sehpasına çıkmaya da
hazır" olduğunu açıklar.

Mahkeme,baştan sona kadar bir kahramanlık destanı gibi cereyan eder.
Gerçekte, yargılanan vahşi kapitalizmdir. Tarihçi Morris Hillquit'nin
deyişiyle, yargılamada " adaletin hoyrat bir karikatürü" sergilenir.

Bombayı kimin attığına dair kesin bir delil bulunamamış olmasına
rağmen, yargılanan işçi liderlerinden yedisi ölüm cezasına ve sekizi
ömür boyu hapse mahkum edilmişlerdir. Ölüm cezasına mahkum
edilenlerden biri (Lingg) hapishanede intihar etmiş; diğer ikisinin
cezası ömür boyu hapse çevrilmiş; geriye kalan dördü (Parsons,
Spies, Fisher ve Engel), 11 Kasım 1887'de idam edilmişlerdir. 1893
Yılında, jürinin kompozisyonunun taraflı olduğuna ve kararın geçerli
dayanakları bulunmadığına hükmeden eyalet valisi, mahkumların tümü
hakkında af kararı çıkarmışsa da; bu karardan, ancak, hayatta
kalabilmiş olan üç tanesi yararlanabilmiştir."(2)

"Amerikan işçi hareketinin, Haymarket olaylarını izleyen baskı
dalgasının ardından kendini toparlaması 2 yıl sürdü. İki yıl sonra AFL
(Amerikan Emek Federasyonu) 1 Mayıs 1890'ı, örgütlü emeğin 8 saati
dayatma günü olarak belirledi. AFL, birçok kentte diğer işçi sınıfı
partileriyle onbinlerce işçinin katıldığı ortak eylemler düzenlerken,
14-21 Temmuz 1889'da Paris Kongresi ile kuruluşu gerçekleştirilen II.
Enternasyonal, 1 Mayıs'ı işçi sınıfının uluslararası birlik ve
dayanışma günü ilan etti. 1890 1 Mayıs'ında 2. Enternasyonal'in
çağrısıyla sokaklara dökülen yüzbinler Londra'dan Madrid'e, Lima'dan
Helsinki'ye, Viyana'dan Havana'ya kadar birçok kentte eylemdeydi.
"Budapeşte'de" diye yazıyordu London Times'ın muhabiri, "Saat 1'de
işçiler parka doğru yürüdü, kısa bir süre sonra 50 bin işçi miting
için ayrılan açıklıkta toplandı. Büyük bir platformun önünde 'sekiz
saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat uyku' yazılı çok sayıda
bayrak vardı." Tüm dünya, milyonlarca proleterin ortak talebinin dile
getirildiği tek bir büyük Mayıs alanına dönüşürken, Engels Komünist
Manifesto'nun 4. Almanca baskısına 1 Mayıs 1890 hakkında yazdığı
önsözde şöyle diyordu: "Bu satırları yazarken, Avrupa ve Amerika
proletaryası güçlerini birleştiriyor… ilk kez tek bir bayrak altında,
tek bir amaç için, tek bir ordu gibi harekete geçiyor; yasal sekiz
saatlik işgünü… Tanık olduğumuz görüntü, tüm toprakların
kapitalistleriyle toprak sahiplerinin, tüm topraklardaki proleterlerin
gerçekten birleştiğini kavramalarını sağlayacaktır. Keşke Marks da,
yanımda olup bunu gözleriyle görebilseydi!"(3)

1890 yılından sonra 1 Mayıs'lar bütün ülkelerde uluslararası işçi
bayramı olarak kutlanmaya başlandı.

Birçok ülkede 1 Mayıs, tatil günü olarak kabul edildi. 1919 yılında
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) kuruluş kongresinde 8 saatlik
işgünü karara bağlandı. Bugün dünyanın hemen her ülkesinde 1 Mayıs'lar
artan bir coşku ve heyecan ile kutlanıyor.
Türkiye'de 1 Mayıs'lar:
Ülkemiz işçileri ilk 1 Mayıs'ı 1905'te İzmir'de kutladılar. İstanbul
da "Amele Bayramı" adıyla ilk kez 1921'de kutlandığında İstanbul işgal
altındaydı. İzmir'de 1923'te toplanan 1. İktisat Kongresi 1 Mayıs'ı
İşçi Bayramı olarak kabul etti.

1925'te şeyh Sait ayaklanması gerekçe gösterilerek çıkarılan Takriri
Sükun yasası sonucunda, dağıtılan bir bildiri gerekçe gösterilerek
işçilerin tüm hak ve özgürlükleri gibi 1 Mayıs'ı kutlamakda
yasaklandı.
Böylece 50 yıllık yasak süreci başladı.işçilerin bayramı kutlama
direnişi egemenler tarafından çeşitli oportinist hareketlere yol açtı
1935'te hükümet uluslar arası dayanışmayı önlemek ve bayramın içini
boşaltmak için BİR MAYIS'ın adını "Bahar Bayramı" olarak değiştirerek
genel tatil ilan etti. 1963'de çıkarılan bir başka yasayla da "İşçi
Bayramı"nın 24 Temmuz'da kutlanması kabul edilir. Ancak bu çabalar
1960-70 'lere gelindiğinde boşa çıkarıldı
15-16 Haziran işçi hareketinden sonra, işçi sınıfı "22 Temmuz Sahte
İşçi Bayramı"nı bir tarafa atarak kendi bayramını talep etmeye
başladı.1 mayıs 1976'da ilk büyük işçi yürüyüşü Taksim'de gerçekleşti.
1 yıl sonra yeniden işçiler Taksim'e yürüdüler.

1977 yılı kutlamaları tarihe "Kanlı 1 Mayıs" olarak geçti. Taksim
meydanında toplanan beşyüz bin kişilik kalabalığa NATO güdümlü
Kontr-gerilla tarafından, sular idaresi ve intercontinantal otel
(bugün The Marmara olan otel )üzerinden ateş açılması sonucu vurulan
ve ezilen olmak üzere 34 gösterici yaşamını yitirdi. Ancak bu saldırı
kitlelerinin dayanışma direncini kıramadı, ertesi yıl (1978) Taksim 1
Mayıs Alanı'nı yine yüzbinlerce işçi doldurmuştu. Üstelik aynı yıl 1
Mayıs Türkiye'nin dört bir tarafından kitlesel gösterilere sahne oldu.

1979'da Sıkı yönetimin sokağa çıkma yasağına karşın Türkiye İşçi
Partisi Başkanı Behice Boran, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi Başkanı
Ahmet Kaçmaz, DİSK Başkanı Abdullah Baştürk ile bazı sendikacı ve
göstericiler yasağa uymadıkları için tutuklandılar, bu yıl yasal
olarak İzmir Konak Meydanı'nda kutlandı.
1980 Askeri Darbesi 1 Mayıs kutlamalarını süresiz yasakladı. 1981'de
de 1 Mayıs'ı tatil olmaktan çıkardı.
1987: 7 yıllık aradan sonra sendikalar öncülüğünde bazı
milletvekilleri, aydın, sanatçı ve bilim adamları ile birlikte
yaklaşık 1000 kişilik bir grup Taksim Anıtı'na 1 Mayıs şehitlerini
anmak üzere çelenk bırakmak istediler. Polis sadece milletvekillerinin
araçla anıta ulaşmasına izin verdi.

1989: Taksim'de bir araya gelen kitleye saldırıldı. Mehmet Akif Dalcı
isimli bir işçi yaşamını yitirdi.

1990: Yine Taksim'e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Çıkan
çatışmada İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren felç oldu.

1996: 1980 sonrasının en kitlesel mitingi gerçekleştirildi. Kadıköy'ü
dolduran yaklaşık 150 bin insan toplandı ama yine açılan ateş sonrası
3 kişi yaşamını kaybetti.

2006
Bugün gelinen noktada artık 8 saatlik iş günü genel geçer bir
uygulama, her ne kadar kimi yerlerde hala uygulanmasa da uzatılması
için uğraşılsa da kazanımlar kolay terk edilmiyor, peki her şey bitmiş
de bir mayıslar bayram mı oldu? Elbette ki hayır, bizimki gibi üçüncü
dünya ülkelerinde IMF boyunduruğu altında olup ABD emperyalizmi ile
ezilen ülkelerde
1 MAYIS birlik ve dayanışması daha çok önem taşıyor; böyle bir günde
uluslar arası sömürü, cumhuriyet kazanımlarının özelleştirmeler adı
altında uluslar arası sermayeye peşkeş çekilmesi, taşaronlaşmaya
karşı çıkılması için bir mayısın alanlarda kutlanması önemli

Çünki 1 MAYIS'ta alanlar, bütün dünya işçilerinin; Dili, Dini, Irkı,
Milliyeti, Bayrağı ne olursa olsun Uluslar Arası dayanışmanın
yükseltildiği ve tüm dünya işçilerinin emekçilerinin birlik dayanışma
ve yeni mücadeleler için sözleştiği yer alanlar,

Bundan dolayıdır ki;
HAYDİ 1 MAYIS'A! 1 MAYIS'TA ALANLARA!!!
Tufan Dinarlı

Kaynakça:
(1) http://www.sendika.org/modules.php?op=modload&name=News&file=article&sid=2167
(2)Dhttp://www.politics.ankara.edu.tr/eski/html/eng/ceko/isikli_MAY.htm
Dünya'da ve Türkiye'de 1 Mayıs'lar
Alpaslan Işıklı
Çalışma Ekonomisi & Endüstri İlişkileri Bölümü
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi,
06590, Cebeci, Ankara, Turkiye
(3)www.sendika.org

Köy Enstitüleri Tarihçesi -Tufan Dinarlı


Köylülerin eğitimi konusu Osmanlı imparatorluğunda ilk olarak 19.yy.da
gündeme gelmiştir, Osmanlı imparatorluğundan Cumhuriyet'e gelinceye
kadar köylere eğitim vermek ve köylüleri ilk okul düzeyinde eğitmek
meselesi, köylerde açılan camilerde, çoğunlukla medresede yetişmiş
hocalar tarafından verilirdi.
Tanzimat hareketi, medreseye ek olarak okullar açarak yeni hamleler
yapmayı hedefliyordu. 1848 tarihinde İstanbul`da açılan
Darülmuallimin bu anlayışla açılan okullardan ilkidir.
Bu okulların sayıca azlığı daha sonraki yıllarda köylere öğretmen
yetiştirme konusu sık sık gündeme gelmesine yol açmış buna rağmen
Trablusgarp, Balkan ve 1. paylaşım savaşının yol açtığı kargaşa
ortamından dolayı konu kapatılmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kuruluşundan sonra bu konu
gündeme alınır. Durumun incelenmesi ve çözüm yolları bulunması için
Amerikalı pedagog John Dewey ülkemize getirildi. Köy okullarına, Türk
hayatının temeli olan çiftçilerin gereksinimlerini karşılayacak
okullara, öğretmen yetiştirecek tipte öğretmen okullarına ihtiyaç
vardır diyen John Dewey'in tespitleri üzerine 1926'da Kayseri'de ve
1927'de Denizli'de olmak üzere iki tane 3 yıllık Köy Öğretmen Okulu
açıldı. Bu okullar 1932–1933 yıllarında, Öğrencilerinin şehir ve
kasabalardan alınması, köye göre yetiştirilmemeleri gibi nedenlerle
beklenen başarının sağlanamadığı gerekçesiyle kapatıldı.
1935–1936 yıllarında Anadolu'da eğitim durumu şöyle idi; tüm halkın
%20,4'ü köy halkının ise %15,5'i okur-yazardı. Şehir ve kasaba
çocuklarının %75'i okula gitmekteydi. Köy çocuklarında bu oran %25'e
düşmekteydi. Ayrıca köy çocuklarının eğitimi genellikle 3 yıllık
okullara gideriliyorlardı.
40,000 köyden 35,227'si okulsuzdu. Ülkedeki toplam resmi ilkokul
sayısı 6112 idi. Yılda ortalama 800 öğretmen ödeneklerin yetersizliği,
zor koşullar gibi nedenlerle görevden ayrılırken; yılda yalnızca
650–700 öğretmen adayına diploma veriliyordu. Bu yüzden öğretmen
sayısı giderek azalmaktaydı.
1936 yılına gelindiğinde, Saffet Arıkan'ın Vekilliği döneminde
eğitim alanında kırsal kesimde yaşayan halk ile kentliler arasındaki
bozuk dengeyi eşitlemek ve köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla
"Köy Eğitmeni" projesi uygulamasına başlanır. Askerliğini onbaşı veya
çavuş olarak yapan gençler, Ziraat Bakanlığı'nın işbirliğiyle, modern
tarım tekniklerini uygulayan Mahmudiye Devlet Üretme Çiftliği'nde
yetiştirilerek köylere gönderilir. Burada amaç, köye hem bir öğretmen
hem de modern üretim araçları ve tarım yöntemleri sağlamak ve eğitimin
mali yükünü hafifletmektir.
Bu projenin başarılı olması üzerine 1937 ve 1939 yıllarında yeni
yasalar çıkarılır, bu yasalarla köy eğitmeni yetiştirme deneyimi
yaygınlaştırılır
1938 yılı sonlarında Milli Eğitim Bakanlığı'na Hasan Ali Yücel atandı.
Kendisinin çalışmalarıyla önce 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu
sonra da 4274 sayılı Köy Enstitüleri ve Köy Okulları Teşkilat Kanunu
çıkarıldı. Bu kanunlara göre; Eğitime yeni işlevler yükleniyordu, Köy
Enstitüleri kuruluyordu, Köy Eğitim Sistemi getiriliyordu ve eğitim
yönetimi yeniden biçimlendiriliyordu. Köy Enstitüsü Sistemi'ni
oluşturan bu dört öğeyi incelemek gerekirse;
Eğitime Yüklenen Yeni İşlevler
Köy Enstitüsü Sistemi ile eğitime, eğitsel, ekonomik, toplumsal ve
siyasal olmak üzere dört işlev üstlendi.
Köy Eğitim Sistemi
Eğitime yüklenen işlevlerin gerçekleşebilmesi için köye yönelik bir
eğitim sistemi oluşturulmalıydı çünkü kent eğitim sistemi köylere
ulaşamamıştı.

.
Öğrencilerini köylerden seçen öğretmenlik yanında köyün
sosyal-ekonomik kalkınmasına da katkıda bulunması beklenen
öğretmenleri yetiştirmek üzere kurulan Köy Enstitülerinde, devletin az
yardımı ile, öğretmen adayları, iş içinde çalışacak, hem kendi
barınaklarını, dersliklerini ve diğer gereksinimlerini, çalışma
yerlerini yapmışlar; hem de gereken genel kültür ile meslekî bilgileri
ve tarım çalışmaları yaparak köy için gerekli olan beceriyi
kazanmışlardır. Bunlar, işi bilen öğretmen ve usta öğreticilerin
rehberliği altında gerçekleşmiştir.
1942-43 öğretim yılında, Köy Enstitüleri'ne öğretmen, bölge
okullarına yönetici, gezici başöğretmen, ilköğretim müfettişi ve kesim
müfettişi yetiştirmek amacıyla Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde
Yüksek Köy Enstitüsü açılır. Enstitülerin ilk resmî öğretim programı
1943 yılında yayımlanmıştır. Programa göre, ilkokulu bitiren çocuklar
sınavla Köy Enstitülerine alınır ve karma eğitim uygulanır. Toplam beş
yıl süren öğretim zamanının yarısı kültür derslerine, dörtte biri
tarım dersleri ve çalışmalarına, dörtte biri de sanat ya da teknik
derslere ve çalışmalara ayrılmıştır.
Zamanla sayıları 21'i bulan Köy Enstitüleri 1944'ten itibaren yılda
ortalama 2000 öğretmen mezun etmeye başlar. Köylere gönderilen
öğretmenlere tarım araç ve gereçleri ile üretimde bulunmak ve
gelirinden yararlanmak üzere tarla ve üretim hayvanları verilir.
1946'ya kadar köylerdeki öğretmen açığını kapatan 16.400 kadın ve
erkek öğretmen ile 7300 sağlık memuru ve 8756 eğitmen yetiştirmiştir.
Mezunlar arasında Mehmet Başaran (doğ. 1926), Talip Apaydın (doğ.
1926), Fakir Baykurt (doğ. 1929) ve Mahmut Makal (doğ. 1933) gibi
yazarlar da bulunmaktadır
Köy Enstitüleri 1953 yılında kapatıldı.
Son olarak;
Köy enstitüleri kurulduğu yıllardan kapatılıncaya kadar pek çok
eleştirininde konusu olmuştur, öncelikle okuldan mezun olan
öğretmenlerin yirmi yıl boyunca ve sadece kendi köyünde devlete hizmet
yapmak zorunda olmaları bu eleştirilerin başında gelir, bunlara ek
olarak bugün için eğitim sisteminde "angarya" sayılan okul binası
yapımı gibi işlerinin "eğiterek öğretme" başlığı altında çocuklara
yaptırılması, okuldaki öğrencilerin eğitimleri sırasında cinslerine
göre eğitim verilmesi (erkeklere ve kızlara tarla sürme ve çapa
yapmanın öğretilmesi ama yemek yapma, çocuk bakımı vb. konuların
sadece kızlara öğretilmesi gibi) bugün öğretmen sendikalarının ve
modern eğitimden yana olanların karşı çıktığı bir yöntemin uygulanmış
olması gibi haklı eleştiriler yapılmıştır.
Okulların kentlerin dışında inşa edilmesi sadece çocukların eğitim
için alınması, pratik eğitimin içine askerlik dahil olarak militarist
bir eğitim verilmesi gibi uygulamalar, kamuoyunda, zamanın
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından cumhuriyeti korumak amacıyla
sivil milisler yetiştiriliyor, düşüncelerin oluşmasına yol açmış, bu
okullar bir sonraki hükümet tarafından kapatılırken de İnönü'nün
yeterli tepki vermemesi ise "cumhuriyetin korunması için askerlerle
anlaştı okulların tasfiyesine göz yumuyor" türünden spekülasyonlara
sebep olmuştur.
ancak bütün bunlara karşın bu okulların okuyarak ve tartışarak öğrenme
gibi bir yöntemi uygulayarak bugün var olan ezberci eğitime daha o
günden karşı çıktıklarını ve yukarıdaki listede görüldüğü gibi o
günlerin zor koşullarında binlerce nitelikli öğretmen, sağlık memuru
ve eğitmen de mezun ettiğini unutmamak gerekir.

9 Nisan 2006 Pazar

Kalküta’nın Çocukları Yada ‘Hindistan Cevizinin Üstünde Neden Kıllar Var?’ Bir Belgesel Film Üzerine Düşünceler.


Bir Amerikalı veya Avrupalı için üçüncü dünya ülkesi her zaman gizemli ve mistik bir çağrışım yapar, yazdıkları kitaplarda yaptıkları filmlerde anlattıkları öykülerde hep bundan bahsederlerde çoğu zaman üçüncü dünya ülkelerine yaptıklarından bahsetmezler.
İşte bunlardan birisi olan bayan fotoğrafçı Zana Briksi nin bakış açısıda tipik bir batılı bakış açısı, ve suç ortağı Ross Kauffman’ile yaptığı film ise tam bir çocuk sömürüsü edebiyatı, filmin öyküsünü okuyunca merak içinde beklemeye başlamıştım acaba bu konuyu nasıl işlediler diye, film bitince ise büyük bir hayal kırıklığı ile baş başa kaldım, film de fahişeler onların çocukları fahişeler var ama ortada Zana ve Ross dan başka beyaz yok, zannedersin ki bu çocuk fahişeleri talebini yaratanlar Hintliler bütün film boyunca bir tek beyaz ‘müşteri’ görsem ya –bu noktada kurgucu Ross Kauffman’ı ayrıca kutluyorum(!) beyazları büyük bir başarıyla filmden ayıkladığı için- ama ne gezer sanki dünyanın dört bir tarafından Hindistan’a, Bombaya,Tayland’a veya Malezya’ya çocuklarla fuhuş yapmak için giden beyazlar yok hatta bunların tur operatörleri bile yok ve hatta sanırsın ki ABD de kurulmuş 8 yaşındaki kızlarla cinsel ilişkiye girmeyi zorunlu sayan bir örgüt yok(1), ama ne var Kalküta’nın kırmızı ışık bölgesinde küçük çocukları kurtarmaya çalışan iki; (ve ilerleyen sahnelerde görüyoruz ki )bir kaç tane beyaz var
BRAVO!!!
Evet alkışlar bu iki beyaz için demeyi isterdim ama ben maalesef alkışlayamadım hoş zaten onlarında benden alkış almak gibi bir niyetleri olmadığı asıl amaçlarının Oscar almak olduğunu filmin sonunda anladım, nasıl mı? bütün film boyunca acaba bu iki beyaz Hindistan’daki bu sorunun çözümü için herhangi bir yerel kaynakla bir dernek vakıf veya hatta kamu kuruluşu bile olabilir bir işbirliği yaparlarmı acaba diye merak ettim ama hayır tek başlarına çalıştılar; ne mahallenin sorumluları ile yerel bazda çözmeye çalıştılar, nede daha geniş bir çocuk kitlesine ulaşmak için yerel bir örgütle işbirliği yapmak istediler, beyaz olmanın kibiri içinde kendi teknolojik imkanlarının üstünlüğü ile (-ki o teknolojiye ulaşmak için yıllarca Hindistan’ı sömürdüklerini unutaraktan) birkaç çocuktan bir belgesel yapmışlar hele çocukları okutmak için gösterdikleri çaba tam bir timsah gözyaşları, gittikleri Hindistan okullarında pek çok sorunla karşılaşmalarına rağmen bir beyaz tarafından kurulmuş olan ‘Geleceğin Umudu’ (ne kadar alçakgönüllüce bir isim değimli?) okulunun beyaz yöneticisinin üstün vasıflarının saymakla bitmeyişi den de anlaşılıyor ki film Oscar için yapılmış
Burada şu gerçeğe dikkat çekmek isterim ki söylediklerim yanlış anlaşılmasın sanat toplumun yaşamını değiştirmek üzere vardır, sanatçı bunu yapabilen insandır –bu değişimin devrimsel yada evrimsel olması başka bir konu- dolayısıyla ‘Zana teyze’ ile ‘Ross amcanın’ yaptıkları şeyi iyi anlamak önemli.
Eğer toplumu değiştirmek için siyasi ideolojik bir çaba yapılıyorsa - sanat bu çabada mutlaka gerekli- ancak uygulanan yöntem kişisel çıkarlar için olmalı, işte yukarıda anlattıklarım tam bu noktada duruyor kişisel amaç için çaba gösteren iki Amerikalı…

Filmin Hindistan’a bakış açısı bir yazarın kitabında geçen şu cümle ile ne büyük bir benzerlik taşıyor ‘Hindistan Cevizinin Üstünde Neden Kıllar Var?’(2) herhangi bir batılı için ne kadar anlaşılmaz, anlamsız bir madde olan Hindistan cevizi ve o dünyayı anlamaktan tanımaktan uzak sıradan bir Amerikalı veya Avrupalı insanın sorusu gibi; ‘Hindistan Cevizinin Üstünde Neden Kıllar Var?’ filmde aynen böyle diyeceğim ama diyemiyorum çünki fazlası var birde orada yaşananlardan nasıl Oscar alırım sorusuyla yola çıkılmış ve sonuçta çocukların sömürülmesiyle kotarılmış sömürgeci bir filmden başka bir şey çıkmamış ortaya,
Eeee! tabi beyazları bu kadar masum hatta kurtarıcı gibi gösteren bir filme Oscar vermeyip de ne yapacaklar, benim gibi ‘hadi len!’ diyecek halleri yok ya…
Tufan Dinarlı - Söke 2006

Not: Kameranın her hareketi kaydettiği filmde bir yer var ki bilinmez kalıyor, ‘Zana teyzemize’ ‘Geleceğin Umudu’ okulunun yöneticisi beş dakika içeride görüşebilirmiyiz diyor ve bir daha film boyunca bu görüşmeden bahsedilmiyor, bir okulun yöneticisi kamera önünde okulu hakkında neden konuşmak istemezki yoksa gizli bir işler mi çeviriyor diye düşünmeden edemiyor insan….


Kaynakça:
(1) ‘Amerika 'da California 'da Rene Giuon Derneği 2500 üyesiyle kendilerine 8 yaş altında çocuklarla seks yapmayı hedeflemişlerdir. Bu grubun sloganı ‘8 yaşında seks yap yoksa çok geç kalmış olursun şeklindedir.’’
- Çoçukların Ticari Olarak Cinsel Sömürüsü-rapor.
Yazan: Prof. Dr. Oğuz POLAT http://www.adlitip.org/yazilar/gunceller/paylasim/cocuklarin_ticari_olarak_cinsel_somurusu.htm
(2) "Sıradan Delilik Öyküleri"- Charles Bukowski